”Ağzımı ve gözlerimi kapasan, kulaklarımı tıkasan yine de sana bir şey söylemeye çalışırım.”

Çağımızda siyasal alanı ve sembolik ortamlarımızı dönüştüren-daraltan olgular vardır. Yaşadığımız çağdan yola çıkacak olursak bunların ilki Neo-liberal kıskaçtır. 1970’lerden bu yana etkili olan bu kıskacın en görünür veçhesi özel olanın kamuya olan kesintisiz saldırısıdır. Önce kamuya ait şehirlerin sokakları, meydanlar ve toplanma noktaları kısaca yurttaşların kamusal mekanları hızla tüketicilerin ticari vitrinlerine dönmeye başladı.
Kamusal alanların bu şekilde daralmasının birçok sosyoekonomik sonucu bulunmaktadır. Ancak bu daralmanın en bariz veçhesi siyasal alanın yok olmasıdır. Siyasal öznelerin ayak basacakları yer bulamaması sonucunda fiiliyat siyasal açından tükenirken ”meydanlarımız” ”agoralarımız” ve şehrin sakinlerinin bir araya geldiği ortak mekanlarımız giderek buharlaşıyor. Yabancılaşmış üretimden doğan yabancılaşmış tüketim sonucunda ortaya çıkan metalaşma sürecinin etkisi altında kalan meydanlarda fikir üretmek ya da rasyonel-özneler arası bir kanal bulmak imkansız hale geliyor.
Bu sonucun en bariz yansıması ise meta tüketim merkezlerine dönüşmüş meydan-sokak ve ”agora-fobik” avm’lerin içersinde yurttaş kimliğiyle dolaşmak anlam ifade etmezken, bu mekanlara katılımın ancak bir tüketim kimliğine sahip olmakla yürüyücü olduğu gerçeğidir. Bu şekilde kurgulanmış mekanlarda aktivistlerin yapacağı bir protesto, eylem ancak korsan hareket olabilir. Yurttaşların toplumsal eylemler düzenleyebilmesi için ‘tahsis edilmiş’ , bu işler için ayrılmış ve kuvvetle muhtemel şehrin merkezinden olabildiğince uzak noktalara kaydırılması fikri giderek güçlenmekte. Siyasi ve toplumsal eylemlerin gerçek mekanı olan ”site” lerden yalıtılması sonucu siyasi akıl yürütme, kamusal alan ve toplumsal eylem biçimleri güç kaybetmektedir.
Modern siyaset alanı her şeyin yüzeyde yer almasını ister; herhangi bir derinlik, saklılık, gizlilik; gözleri önüne çıkmayan, karmaşık ise herkesin anlayabileceği düzeyde basitleştirilmeyen, vülgarize edilmeyen her şey -her düşünce, her ahlak, her davranış katlanılmazdır. Siyaset alanında kendini görünmez kılandan nefret edilir. Sonuçta yalıtılmış mekandaki bu gösteriler, yapısı ile tezat bir duruma düşerek gösterilemez hale gelir. Şüphesiz tam da burada, yukarıda “özel”in işgali altında kaldığından söz edilen meydanlar, sokaklar ve benzerlerinin siyasetin geleneksel mekânları olduğu, oysa günümüz şartlarında yeni ve bambaşka “kamusal alan”lar açıldığı, bu nedenle bugün, özellikle de bugün kamusal alanın daralmasından ziyade genişlemesinden söz etmenin daha doğru olacağı söylenebilir.
Bu genişleme durumunu birazdan açacağız. Şehir ve meydanların boşluğu başka bir şey tarafından dolduruldu elbette. Bu yapı medyadır. Toplumsal eylemler, terör eylemleri, pasif direnişler, oturma eylemleri vd. eylem biçimleri medyada görünmeye bağlı hale gelir. Siyasetin giderek bir reklam stratejisi haline gelmesi; politik propagandanın giderek politik pazarlama stratejisine indirgenmesi; dolayısıyla da, siyasetin giderek siyaset-dışı bir işe, bir tür “performans”a, bir tür “şov işi”ne dönüşmesi, bana öyle geliyor ki, medyanın siyasete kendine göre çekidüzen vermesinin alamet-i farikalarındandır. Ya da şöyle söyleyelim, “meydan”lara değil de “medya”ya oynamaktan başka çıkar bir yol bulamayan siyasetin kaçınılmaz sonu. Söz insanlarının, sözlü kültürlere ait kabilelerde örneğin Afrika kabilelerinde kabile reisi en fazla atasözünü hafızasında tutabilendir.
Yargılama birbiriyle husumeti olan iki kişinin kabile reisine derdini anlatıp, reisin duruma uygun şekilde hafızasındaki atasözlerinden birini söylemesi üzerine husumet giderilir ya da bir biçimde adalet sağlanırdı. Söz, yazı, televizyon ve en son web insanlarının sembolik ortamını dönüştürürken, söylem yapılarını da değiştirerek hakikati öğrenmenin yeni biçimlerini doğurmuştur. Web2.0 teknolojilerinin yaygınlaşması Özgür Uçkan’ın deyimiyle ”yeni medya, yeni yurttaş, yeni siyaset” olgusunu doğurmuştur. Bu gün eğitim ve öğretimin yapıldığı okulların ” akıllı tahtalarla” donatılması bu yüzdendir, akıllı tahta hakikati sağlamanın yeni biçimidir. Yeni yurttaşın, yeni siyasete katılımı artık meta ağı tarafından işgal edilen eylem alanlarında değil, internet ortamına (siber-uzam) taşınmıştır. Politik görünürlük slash (#) ibaresi , kalın puntolar ve konuyla ilişki görsel üzerinden yürüyücü olmuştur.
Mekanların dışına itilen yurttaş, kendine temsil ve ifade alanları bulamayınca görüş ve kanı da sağlayamayacak ve var olma durumu tartışılır hale gelecektir. Siyasal alanın buharlaşması şeklinde ifade edilebilecek bu durum aktivizmin ”teröristleşmesine” yol açmaktadır. Neoliberal tahakkümün ”agora-fobik”leştirdiği uzam-mekan ve kamusal alanların tüketime açılması ve sermaye gruplarının baskısı altında kalması siyasal öznelerin ayağını yerden kesmiş, daha basit bir tabirle onlara hemzemin olacak bir alan bırakmamıştır. Bu duruma örnek teşkil edebilecek bir karakter olarak Tatar Ramazan karakteri ve üzerine hazırlanan senaryolarla çekilen iki serilik filmler gösterilebilir. Tatar Ramazan karakteri ilk filminde düşmanları ile arasında geçen olaylardan dolayı bir süre hapis yatar. Hapisten çıkınca Tatar’ın düşmanları ona suikast düzenler ancak başarıya ulaşamaz ve Ramazan’ı öldürmeye teşebbüs eden kişi de Ramazanın bıçak fırlatması sonucu ölür.
Tatar Ramazanın evinin önünde gerçekleşen bu olay hakim karşısında meşru müdafaa hakkı bulamaz ve Ramazan sürgüne gönderilir. Tatar Ramazan güçsüzü koruyup kollayan, her zaman hakkını arayan bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır iki film serisinde de. Ancak bu hapishanede de Abdurrahman Çavuş adlı kötü karakter Tatar’ın karşısına çıkmış ve hile ile onu alt etmeye çalışmıştır. Tatar Ramazan’ın hapishane müdürü ile görüşmelerinin kayıtsız kalması, bir arkadaşının asılması gece yarısı idam edilmesi, ve sevgilisi Zeynep’in de gözlerinin önünde can vermesi Tatar için bardağı taşıran son damla olmuştur.
En sonunda Abdurrahman Çavuş’la arasında çıkan kapışmada onu öldürmüş ve güvenlik güçleri tarafından etrafı çevrilince şu sözleri söylemiştir: ”Çavuş haraç alır ,kumar oynatır, zavallı bir ihtiyarı tokatlar siz meydanlarda yoksunuz. Öyle ya; Çavuş burada iken size ne lüzum var? O dirayetli adam olmasa bu cahil milleti kim idare edecek? Biraz da sizin için arkadaşlar bu yapılanlar. Bir çavuşun kirli işlerine göz yummuş olsaydık ne lüzum vardı kan dökmeye? Gül gibi geçinir giderdik. O zaman sizin ensenizdeki yumruk katmerli olurdu.”
Siyasal alanın sonsuzca daraldığı, tartışma kültürünün ve özel/özerk alanların yok edildiği hapishane alanında Tatar Ramazan’ın bu eylemi en son tahlilde onu teröristleştirmiştir. Çünkü görüş ve kanı varsayılmamıştır. Tıpkı Neoliberalizm tarafından ”işgal” edilen mekanlarda olduğu gibi, aktivistlerin fikir beyan edebileceği bir özneler arasılıktan bahsedilemez, çünkü iletişimsel eylem uzlaşma ve müzakere ile yapılmaktadır. Rasyonel olanın belirlenmesi için uzlaşılmış olana, bir olguya ikinci ve üçüncü şahıslara ihtiyaç vardır. Bu gün Japonya’dan Fransa’ya, Belçika’dan Türkiye’ye uzanan bomba siyasetinin tanımı da budur. Toplumsal ve siyasal alanlara katılım imkanı tıkanan bireyler ”görünürleşmek” için şiddet yoluna gitmektedir. Pablo Escobar, seçimle girdiği meclisten başkan tarafından atılınca ilk işi parlamentoya saldırı düzenlemek olmuştur. Bu tabi ki Escobar’ı haklı çıkarmaz ancak belki bir başka yazıda açımlayabileceğim insan psikolojisi ile doğrudan alakalıdır. İnsanların içinde bulunduğu rekabet kültürü, şiddeti meşrulaştırmaktadır. Bundan da kriz doğar. Bu krizin adı de bence insanlık krizidir.
Görüş ve kanının yok edildiği bir ortamda her protesto terör biçiminde çıkar karşımıza. ‘’Bu anlamda bir terör yalnızca kendini ifade etmek isteyenlerin buna uygun bir siyasal alan, bir ortam bulamamaktan doğan bir sapması değildir; var olan siyasal alanın ta kendisine yöneltilen bir protestodur.’’(Baker/2011:12)