Son Göçerler: Sarıkeçili Yörükleri

Son Göçerler: Sarıkeçili Yörükleri

”…Yola madem, çöllerdeki satrabı yalvartmak için çıkmışım,hava bozar, yüzüm asık giderim yine…”

Yolculuk arifesinde çadır, uyku tulumu, el feneri yedek ayakkabı gibi eşyalarımı toparlayıp Sarıkeçili yörükleri aramaya, muhabbetlerine vakıf olmaya gidiyorum. Sarıkeçililer, Karakeçililer,  Hayteler, Mavna Yörükleri olmak üzere çeşitlilik gösteriyorlar birçoğu gündelik hayata geçmiş, şehirlere karışmış. En büyük sorunları ise yaşam alanlarının sürekli ve sistemli olarak daraltılması.

Gideceğim yol güzergahını ve iletişim kuracağım yetkilileri belirledikten sonra Mersin’de Tece dolaylarına giden bir dolmuşa binip kırsal bir bölgeyi gözüme kestirerek ”müsait bir yerde” diyorum. Şoför şaşırıyor, çünkü burada durak, dükkan ya da herhangi bir yaşam belirtisi yok. Alabildiğine yol ve düzlük. Kuş uçsa bile kervanın durup şöyle bir düşüneceği cinsten bir yer. Burayı seçmemin nedeni çantamı da önüme koyup gözümü güneşten kısarak gelip geçen arabalara yorgunum, mağdurum beni de alın izlenimi vermek. Dik duruşumu hafif bozuyor belimi kamburlaştırıyor sağ baş parmağımı , alırsan ne güzel olur, yine de almazsan sen bilirsin edasıyla kaldırabildiğim kadar yukarıya kaldırıyorum.

Çok geçmeden bir sürücü bu kasvetli, sıcaktan sanki az sonra bayılacakmışım gibi duran edama dayanamıyor ve buyur ediyor. Beni Kız Kalesi’ne kadar götüreceğini söylüyor ve devam ediyor  ‘’keşke seni yörüklerin yanına kadar götürebilsem ama ne yapalım iş güç.’’

Teşekkür ediyorum, birbirimize iyi dileklerde bulunup vedalaşıyoruz.   

                                           Yılgın Adamların Hep ‘Evet’ dedikleri..

İlk durağım Silifke – Kız Kalesi. Burada ufak çaplı bir muhasebe yapıp zaten yola akşam üzeri çıktığımı, eğer ileri gitmeye devam edersem Aydıncık dolaylarında gece vakti kalamayacağımı, bölgeyi tanımadığımdan hareketle kamp alanlarını kestiremeyeceğimi düşünüyorum. Yolculuk sırasındaki en büyük keyiflerimden biri de gidip kahvehanelerde oturmak, oradaki yüzleri tanımak kendimce çıkarımlarda bulunmaktır.  Arastaların arasından geçiyorum, yolculukta kullanabileceğim şeyler bakınıyorum.

Akşam olunca soluğu bir Kızlı Erkekli Okey Salonu adlı bir mekanda alıyorum. Burayı tercih etmemin altında özel bir sebep yatmasa bile karanlık çökmesinin verdiği tedirginlik ve içerden gelen çay kaşığının bardağa vurması ve kahkahalara gark olup dalıyorum içeri. Selam verip oturuyorum bir köşeye.

Burayı sevimli bir teyze ile kocası işletiyor. Bir bardak çay siprariş edip etrafı gözlemlemeye başlıyorum. İşletmeci hanımefendi çayı masaya bırakırken hafif çekik gözlerini daha da kısarak tıpkı reverans verir gibi eğiliyor, bu incelik karşısında sadece tebessüm eşliğine teşekkür etmek zorunda kalıyorum. Sesim çay karıştırmalarının, okey taşlarının ve açık televizyonun etkisiyle buharlaşırken yan masada oturan birinin sürekli masamı süzdüğünü fark ediyorum. Esmer, saçları hafif dökülmüş, kilolu ve kısa boylu yüzünde simetrik bir uyumsuzluk yok ancak burnu ve alnı orantısız şekilde büyük, başını sürekli eğik tuttuğu için bakışları sürekli yukarıya doğru, bu hal zaten geniş olan alnının kırışıklıklarını iyice belli ediyor.  Kollarının ikisini de masanın üzerine koyup avuç içlerini birbirine kenetlemiş şekilde etrafı süzüyor. Çayımı yudumlarken ”yolculuk nereye” diye soruyor. Sesinin bana ulaşması için hafif bağırıyor. ”Anamura kadar yolum var” diye aynı ses tonuyla karşılık veriyorum.

”Nerelisin”

”Aslen Tokatlıyım, Zileli”

Ciddi olup olmadığımı sorarcasına kafasını öne uzatıyor kaşlarından birini kaldırıp hemen telefona davranıyor.

”Alo, Hüseyin! Ulan burda biriyle tanıştım sizin oralı, Tokat Zile’den ”

Hüseyin ağabey beni telefona istiyor herhalde ki telefonu bana uzatıyor.

”Selamün Aleyküm hemşerim Tokat Zile’liymişsin”

”Evet ağabey, orada doğdum”

Daha tanıştığım adamın adını öğrenmeden bir arkadaşının adını öğrendikten sonra bu gergin görünüşli adamın enteresan biri olduğuna kanaat getiriyorum. Hüseyin Abi’yle havadan sudan konuştuk, kendisi Zile’de motor tamirciliğini öğrenip İstanbul’a göçerek burada hayatını idame ettirmeye başlamış.

”Abi senin adın ne”

”Mutlu”

”Ahmet ben de, memnun oldum.”

Mutlu ağabeyin ismi bana gerçekten garip gelmişti. Mükemmel bir tezat içersinde olduğunu düşündüm. Üzerinde sürekli bir tedirginlik vardı. Kaşlarının daima çatık  ve alın derisinin sürekli buruşuk hali bu fikrimi doğrulamaktaydı. Kendini devamlı sıktığını, içini balon gibi şişirdiğini düşünüyordum. Sandalyeye şöyle bir yaslanıp derin nefes alsa rahatlayacak gibime geliyordu. Kesintisiz bir biçimde takip ediliyormuşçasına kendini daima ikinci bir şahsın hüviyetinden gözlüyordu sanki. Mutlu ağabey mutsuzdu.

”Ne için gidiyorsun Anamur’a”

Aslında Anamur’a değil, Sarıkeçililer toplu halde yaşamazlarmış, bunu numarasını bir şekilde bulup aradığım Sarıkeçili kadın önder Pervin Ana’dan öğrendim. Aydıncık’ın dağ eteklerinde, bir çoğu Mut’ta bir kısmı da Anamur’daymış. Nisanın 15’i  dedik mi düşerlermiş yollara, atlarını ve develerini koşturdukları yaylalara,  Seydişehir ,Taşkent, Beyşehir’in alabildiğine düz, dümdüz ovalarına.

”Gezmeye”

Mutlu ağabey de bir firmanın dağıtım elemanı olarak geziyormuş arabasıyla mal indirip mal bindiriyormuş. Çaylar gelip çaylar giderken Mutlu ağabey çay bardağına dalıp hafif mırıldanarak Abdurrahim Karakoç’un ‘’Suları Islatamadım’’ şiirini türkü formatıyla okuyor, şaşırıyorum ” Savaştayım elli yıldır, ömrüm geçti boşalt doldur, anlamadım bu ne haldir? Bir gün silah çatamadım, suları ıslatamadım…”

”Bilir misin bu türküyü”

”Bilirim, İlyas Salman daha iyi okuyor”.    

Mutlu Ağabey sabah altı buçukta yola düşeceğini söylüyor, bir dakika bile beklemem diye ekliyor. Saat gece 2’yi geçiyor, bu saatten sonra kamp atamayacağımı düşünüyorum ve ucuz bir motelde alıyorum soluğu.

Kaldığım motel Mutlu Ağabey’in kaldığı yere 5 dakika yürüme mesafesi, Silifke böyle bir yer külliyeyi andırıyor, otel öbekleri birbirine hep yakındır. Sabah 6’da uyanmama rağmen hazırlanma süresi biraz sıkıntılı geçtiğinden 6.32’de otelinin önünde nefes nefese duruyorum. Mutlu ağabey’i göremiyorum içeri girip danışmaya sorduğumda birkaç dakika önce çıktığını söylüyor. Gülüyorum. Adı Mutlu kendisi mutsuz ama sözünün eri adammış bu Mutlu ağabey deyip yola düşüyorum. Sabah o saatlerde Silifke tuhaf bir şekilde koşuşturma içinde Durakta bekleyen insanlar, bir yere koşanlar. Acele edenler, hep acele edenler. Durakta gelecek otobüsü beklerken bile acele edenler.

Sanırım gerçek mutluluğu hareketlerini ve eylem alanlarını yavaşlatanlar kazanacak.

                     ”Güneşin Işıkları Sarıkeçili’leri Yakalamaz”

Otobana çıkıp ilk hedefimi Aydıncık olarak belirliyorum. Arayacağım kişi Musa Gök, Sarıkeçili Yardımlaşma ve Yaşatma Derneği kurucu üyesi. Saatin erken olduğunu düşünüp biraz bekleyeyim, belki uyanmamıştır gibi bir düşünceye kapılıyorum bunun yersiz olduğunu anlayışım Susanoğlu’nda kahvaltı yapmak için bir köy kahvehanesine girmemle açığa kavuşuyor. Burada girdiğim köy kahvehanesinin üzerine hiçbir tabela yok, içeride odun sobası tutuşturulmuş biri büyük biri küçük iki güğüm sobanın üzerinde fokurduyor. İçerde iki soğutma dolabı var birisi çalışır vaziyette, duvarlarının iki çeperi sarı renge boyanmış iki çeper ise hala sıvanın kendi renginde duruyor. Sıvasız duvarların üzerine ‘ 94/2 O Şimdi Asker’ yazılamaları var. Kahvehanede ellerinde malzeme çuvalları, ayaklarında lastik ayakkabı olan birkaç şapkalı yaşlı amca var, bunların da tadilat ile uğraşan inşaatçılar olduğunu işletme sahibi amcanın onlarla kurduğu sohbetten anlıyorum. Kahvaltımı yapıp saat 8.30’u gösterdiğinde Musa Gök’ü arıyorum. Rahatsız edip etmediğimi soruyorum erken bir saat olduğundan dolayı. Kahkaha atıyor. Bu saatte nasıl kahkaha atılır diye düşünüyorum ben de.

”Biz sabahın güneşi doğmadan dikilirik ayağa yeğenim, güneşin ışığı bizi yakalamaz. Kalkar aşımızı yer işimize girişirik, ”

”Çok yaşa Musa Ağabey, bir iki saate oradayım.” 

Şaşırıyorum; metropollerin körelttiği, bedenen sabah kalkıp bir yerlere yetişmeye çalışan ama akıllarının sıcak yatağında kaldığı insanlar tahayyül oluyor zihnimde, evler diyorum. Bizim sırtımızın kamburudur. Rahatsız edip etmediğimi sorduğumda attığı o kahkahanın zihnimden silinmemesini istiyorum. Bizim kahkahalarımız çok sentetik, yapay olana gülüyoruz, varsayımlara, yıldızların bile küskün olduğu metropollerin tatavalarına gülüyoruz! Bu bizim çaresizliğimiz, sahte imgelerle yaratılan onca dizi, reklam filmi, çizgi roman karakteri, Marvel karakterlerinin birinin tökezleyip düşmesine gülüyoruz, sahi biz neye gülüyoruz? Adorno’nun dediği gibi:” Ortada gülünecek şey olmamasına” gülüyoruz!  Sanırım bu defa kahkaha Musa Abi’den yana deyip Aydıncık’a doğru yola düşüyorum.

Aydıncık’ta semineri olan emekli bir din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni Susanoğlu’nda üstgeçitlerin altında bekleyerek  kaldırdığım parmağa yanıt veriyor ve aracına buyur ediyor. Yolculuk sebebimi soruyor, açıklıyorum. Sarıkeçili’lerin nerede okduklarını bildiğini, beni de orada indireceğini söylüyor. Sonradan isminin Mustafa olduğunu, aslına katıldığı seminerin iş ile ilgili bir seminer olduğunu, öğretmenlikten sonra bu işe atıldığını söylüyor.

Mersin-Antalya arası tünel çalışmaları var, şantiyelerin yanındaki 1960’larda yapılan tek şeritli ancak iki arabanın geçmek zorunda olduğu, bazen kamyonların karşıdan geldiğini görüyorum. Bariyer önlemi yok. Çorabı kaçmış bir kadının tedirginliğiyle yol alıyoruz. 

Benzinlikten birkaç alışveriş yaptıktan kısa bir süre sonra beni bir yol kenarında indiriyor emekli öğretmen Mustafa amca, burası yüksek bir yer ve Toroslar’ın üzerine tül perde gibi inmiş bulutları, sisin üzerine çöküp silikleştirdiği kent merkezinin sunduğu görüntüye dalıp hafızama sonra da fotoğraf makineme kaydediyorum. İndiğim yol aşağıya doğru eğimli, bu da buradan geçen arabaların beni almak için durmakta zorlanacakları anlamına geliyor. Yörüklerin keçi kılından elde ettiği ve görüş mesafemde olan çadırlar karşı tarafta kalıyor. Oraya gitmem için yolun ortasındaki bariyerlerden atlamam gerektiğini anlıyorum. Biraz ilerledikten sonra sadece iki çadır olduğunu bir çadırın da diğer çadırların kaldığı tepeden bağımsız bir şekilde kollarını simetrik bir biçimde doğaya uzatmış iki ağacın altında görüyorum. Birkaç kangal köpeğinin bana baktığını fark edince ani bir tutukluk yaşıyorum.

Yürüdükçe yol eğimini alıyor, araçlar hiçbir şekilde durmuyor. Hayatımda yaşadığın en tehlikeli ve gergin anları yaşadığımı fark ediyorum. İki çadırın dört köpeği var, bulunduğum yerin üzerindeki kayalıklarda hala beni süzmeye devam ediyorlar. Taşlıklarda seyrek şekillerde türemiş çalılar var bu nedenle onları gayet rahat görüyorum. Burada neden indiğimi, o adamın beni burada neden indirdiğini sorup duruyorum kendime. Bir irkilmeyle : ”Yoldayım!” diyorum. Hava bozsa da, yüzüm asılda da yürüyeceğim. Yaza doğru en kuduzuyla sabahlayacağım sürüngenlerin. Yol budur. ”Yola Çıkan Yolda Kalmaz”. Bu sözü düşünüyorum. Eğer bu deyim burada çalışmazsa vallahi bozuktur, çalışmıyordur. Araçların hepsi süzülüp gidiyor yanımdan. Bir yolcu otobüsü geliyor. Son bir umutla elimi kaldırıyorum. Otobüs önüme düşüyor ve stop lambaları yanıyor. O anki mutluluğumu hiçbir şeye değişmem: Yolda kalmıyorum.

Mutluluk konusunda okuduğum birkaç makalede mutluluğun uzun uğraşlar sonucu değil; aniden gelen kısa vadede gerçekleşen bir şey olduğu yazardı. Onun uğruna harcadığımız zaman yersizdi çünkü insan gerçekten hiçbir şey istemezdi. Sadece isteme yönelimini, sorusunu ister. İstediği şey ne ise onun uğruna harcadığı yönelimin boyutunu sever. O’na ulaştığında ise mevzubahis olan ”şey” genel bir itibar kazanır. Bu da o ”şey”i değersiz kılar.

Bu konuda Cahit Zarifoğlu duygularıma tercüman olurcasına Yaşamak’tan bir alıntıyla cevap verdi:

”Bir gün biri çıkar, insanları ölçmek için meslekleri ne olursa olsun aşık olup olmadıklarını sorarsa, anlamaya muvaffak edildiği bir ince güzelliğin hakkını kullanıyor demektir. Elimizdeki bütün işleri bırakıp, evlerde, parklarda, yollarda öbek öbek toplanıp ve dağ başlarında bir araya gelerek omuz omuza yaslanarak düşünelim. Hiç aşık olduk mu? Neye aşık olduk? Onu nasıl karşıladık? Onun ilk niyetiyle donduk kaldık mı yoksa ilk nimet gözlerimizi onun gizlediği daha büyük bir nimete mi açtı.

Ve ikincisi, üçüncüsüne

Ve böylece

Gide gide

Gerçek marifetle gelebildik mi iç içe.”  

Mutlulukla yolcu otobüsüne bindim, şehir merkezine girmek istediğimi söyledim. Şehir Merkezi’nin 15 dakika ileride olduğunu söyledilesr. Ücret talep etmediler.

   Kıl Çadırlara Doğru…

Asıl hedefim bu söyleşiyi Sarıkeçili’lerin lideri Pervin Savran ile gerçekleştirmekti, ancak Pervin Ana’nın Konya’da olduğunu öğrendim. Merkeze indiğimde Musa Gök abi beni merkezde bir kahvehanede karşıladı. Buranın etrafı naylon tente ile kapatılmış, içeride büyükçe bir fırın vardı. Masalarda bulunan gazeteler günceldi. Buranın eski bir fırın olduğunu daha sonra oturma düzeni değiştirilerek kahvehaneye çevrildiğini düşündüm. Fırında pideler pişiyor ve bereket versin kokusu bütün kahvehaneyi sarıyordu. Musa Gök beni görür görmez sarıldı ve masasına buyur etti. Kahvehane ahalisinin çoğu Sarıkeçili yörüklerdi. Sıcak bir şekilde teşekkür edip yüzlerine güldüm, söyleşi amacımı ahaliyle paylaştım. Çeşitli fikir ayrılıklarına tanık oldum. Sarıkeçililer içersinde yerleşik hayata geçmeye çalışan, bunu çektiği eziyetler ile kanıtlamaya çalışırken bir kısmı da bu fikri ayıplayarak kaskatı şekilde karşı çıkıyordu. Sarıkeçili Yardımlaşma ve Yaşatma Derneği Kurucu Üyesi Musa Gök, burada rahat bir ropörtaj yapamayacağımızı benim de içinde bulunduğum durumu anlamış olacak ki beni çadırların ve keçilerin olduğu bölgeye davet etti. O tarafa bir köy muhtarının ayarladığı bir araçla gittik. Yol çok çetindi. Sarıkeçililerin tercih ettiği yerler dağın tam etekleri ve belirli yerlerdeki su kaynaklarıydı. İlerledikçe bir iki keçi gözüküyor. Derken bir kıl çadır, biri daha!

Tarih kitapları okurken, Kırım Savaşı sonucu yoksullaşan ege köylüsünün yazıp söylediği türküler geldi aklıma. Beni sinirden ve kasvetten kaskatı eden ama bir o kadar da gerçekçi türkülerdi bunlar. Duyunu Umumiye Osmanlı Devleti’nin savaş borçlarına karşılık adeta tahsilat amacıyla kurulmuş, Türk Halkı’nın kanını emmişti.  Osmanlı’nın kuruluşundan yıkılışına kadar Anadolu köylüsünün bir gün yüzü gülmemiş! Ticarete girmelerine izin verilmemiş, bir şey olmalarına izin verilmemiş. Din ve inanç sistemlerinin siyaset gibi yaşandığı tarım toplumlarında bu hep böyledir. Ne idüğü belirsiz kültürler sarayda kullanılırken, yoksul halk etrak-ı bi’idrak (anlamaktan yoksun) olarak anılmış. Bu sarp kayalıkların arasından Yörüklerin yurduna vardığımda aynı düşünce içimi ezdi. Sızlattı beni.Gördüm, değişen hiçbir şey yoktu!

Burası onların yurdu Anamur’da dağ eteklerine doğru yürüyünce kesik kesik birçok çadır görmek mümkün, bir kısmı da Mut’un Pembecik vilayetindeler. Burada yaklaşık 15-20 civarında küçüklü büyüklü çadırlar var, aralarındaki mesafeler seyrek olsa bile gayet simetrik bir biçimde konmuşlar. Keçilerin toplandığı açık bir ağıl, su içmeleri için kurulmuş portatif düzenekler mevcut. Çadırların siyah ve kalın bir tülü andıran haliyle birlikte kurulduğu düzeneği araştırmaya koyuluyorum, bu mükemmel bir ustalık. Çatı kısmı gerdirilerek belirli bir eğim sağlanmış, bu diğer çadırlara oranla daha küçük bir çadır olsa da kazıklarla sabitlenip toprağa da beş taraftan kanca atılarak toprağa oturtulmuş. Burada büyüleyen bir doğallık var, çocuklar hep gülüyor, Musa ağabey ile yürürken çadırlardan kafasını uzatıp dil çıkaran, şaka yapmaya çalışan yüzleri al al. Marketler kapanıp, elektirik kesilse bile Sarıkeçililer için değişen hiçbir durum yok! Bunu en iyi anladığım yer ise çadırların içerisindeki tandır fırını düzeni. Bu mükemmel bir akıl. El çabuklukları muazzam bir derecede gelişmiş. Sarıkeçililerin atları da var, bir genç arkadaş atların birine su yüklüyor karşılıklı uzattığı iplere bağlayacağı su bidonlarını görünce, Sarıkeçililer için  simetri çok önemli diyorum, her şey bir ahenk içinde, ipleri bağlayıp su bidon yerleştirdikten hemen sonra atın bakışını bir muhasebe olarak alıyorum,  su bidonları sırtına yüklenince  gideceği çadırın hesabını yapıyor gibi bakıyor.

Sarıkeçililer aşlarını doğadan yiyorlar, binlerce yıldır doğada olmanın verdiği ustalıklarla çeşitli otlardan elde ettikleri ilaçlar ve tedavilerde  Anadolu’da ayakta kalan Şamanizm’i görüyorum. Atlar develer, keçiler ve onlarca koyun. Hayvanların tüyleri güneşte parlıyor. Bölgede gezerken tankerli birkaç traktör görüyorum hemen soruyorum :

”Bu traktörler nedir Musa Ağabey”

”Artık göçlerde traktörlerde kullanılıyor, yük ağırlığından, devenin bir şey taşıyamamasından değil. Deve de taşır bunun taşıdığını, daha iyi taşır. Devletin develere göç yolu bırakmadığı için traktör kullanıyoruz”

Buraya gelirken yol kenarlarına dikilmiş irili ufaklı fidanlar gördüğümü Musa Ağabeye anlatıyorum, ”biz eskiden yol kenarlarından develerimizle yürürdük, uygunsa arazilerden, şimdi o küçük fidanları dikmişler basıp geçemiyoruz, ezemiyoruz” diyor. Hakikatten de o fidanları gördüğümde çok şaşırmıştım. Ufacık yeni dikilmiş fidanlar yol boyu gidiyordu.

Asırladır develerine sardıkları göçü şimdilerde traktörlere yüklüyorlar. Bazı kimseler onların motorlu taşıtlarla göçmek daha kolayına geldiği için böyle yaptıklarını söylüyorlar. Fakat kimse onlara deveyle göçmeyi zor hale getirenlere hesap sormuyor. Onlar traktörle yük taşımak ve yol almak daha kolay olduğu için değil, kendilerine deve ile göçecek yol bırakılmadığı için bu geleneklerini bırakmak mecburiyetinde kalıyorlar. Yoksa her Sarıkeçili’nin gönlünde develerle göç edip istedikleri yere çadır kurabilmek var. Ancak asfalt yollarda ve göç yolundaki yüzlerce ekili dikili arazi arasında bu çok güç. Onlar canları gibi sevdikleri keçilerine zor yol buluyorlar.

Bir kadın develeri ıhtırıyor mükemmel bir ustalıkla, ayaklarında yeşil, siyah ve kahverengi lastikler. Diğeri bağdaş kurmuş çadırının önünde yün sırıyor, kızı ya da gelini olduğunu düşündüğüm başında desenli al yazma ve yazmanın kapatmadığı sarı saçları güneşin etkisiyle parlayan kadın ise gergef dokuyor gözünü gelen güneşten kısarak. Yaklaşınca tek gözünü güneşten korumak için tam kısıyor kafasını hafif yana çevirerek bana gülümsüyor,  kolay gelsin diyorum; Allah bin bereket versin.Bu manzaradan sonra Musa Ağabey : ”Biz daha önce dokuma ödülü aldık, sevindik coştuk amma bu ağza sürülen bi parmak bal.”   Niye böyle dediğini, ortamın sıcak havasından da kaynaklanarak soruyor ve muhabbet havasında ilerliyoruz. 

                                ”Sizin Erkekleriniz Yok Mu ?”  

Sarıkeçililer o zaman Dış İşleri Bakanı olan Davutoğlu’na bir önerge sunarak Sarıkeçili’lerin Somut Olmayan Kültürel Miras (SÖKÜM) ‘e kabul edilmesi için önerge sunmuş fakat bu önerge askıya alınarak mahkemelik olmuş. Hatta dönemin Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’ndan ”sizin erkekleriniz yok mu? ” gibi bir soru gelmiştir. Aynı soruyu orman yetkililerinden de alan Pervin Savran:”Bizde kadın erkek ayrımı yoktur. Hepimiz biriz, eşitiz!” diye karşılık vermiş.

Musa Ağabey: ”Mesir Macunu bile bu elemeleri geçerken, dosyası hazırlanıp UNESCO tarafından kabul edilirken bizi sürekli askıya alıyorlar, üstüne üstlük davalık oluyoruz. Mesir macunu kadar değerimiz yokmuş meğer.”

Musa Gök bunları söylerken iç çekiyor. Bunun kaskatı bir ‘Humor’ olduğunu düşünüyorum, bilinçli olarak yapmasa bile Mesir Macunu örneğiyle, trajik olanın gönülden ifşasını sunuyor Musa Ağabey. ”Trajik olanın gönülden ifşası  humoru açığa çıkarır. ” diyor Onur Ünlü ve ekliyor: ” Humor olsun diye bir ifade kurulamaz; bir ifade gereğinden kıvamlı ve güçlü ise humora varılabilir…”

Sarıkeçili’lerin belki de en vurucu sloganı olan ”Doğa İçin Mücadele Yaşam İçin Mücadeledir.”

Ekolojik bilinçliliğin bu denli yüksek olduğu Sarıkeçililer’in birçoğunun da okuma bilmemesi ise zıtlıkların birliği olarak tezahür etti aklımda. Anlıyorum ki doğa en büyük öğretmenmiş. Bu slogan ve düşünce sistemiyle Sarıkeçililer tahribat altındaki doğalarını korumak, Hidro Elektirik Santralleri’ne karşı mücadele etmek için develeriyle iki günde Ankara Gölbaşı’na yürüdüler. Burada polis onları engellerken alana da portatif tuvaletlerin konmasını da engelledi. Bu insanları hiçbir yerde istenmiyorlardı.

Sarıkeçililer hayvanlarını otlatmak için ‘’İşgaliye’’ ücreti ödüyorlar, genelde kendilerine sunulan göç yolları başka şahısların tarlalarına, mülküne denk geliyor, Musa Ağabey: ”Bazen başka şahıslarının tarlalarını yararak gitmek zorunda kalıyoruz” diyor. Bu nedenle tehditler aldıklarını söyleyerek göç sırasına bir saldırı olduğunu ve bir Sarıkeçili çocuğun başından yaralandığını söylüyor.

Verdikleri verginin adı enteresan ”İşgaliye” . Meraların, ağaçlıkların ve ormanlık arazilerin kişilere devredilmesi yeni çıkan bir yasayla birlikte geldi. Hızlıca bütün ‘kullanılabilir’ alanlar şahıs ve kurumlara temellük edildi. Burada hayvanlarını otlatan, geride bir çöp bile bırakmayan, yolculuk arifesinde keçilerin ve toprağın duasını almadan yola düşmeyen Sarıkeçililer o alanı İşgal etmiş oluyor! Ancak bu meraları satan, sondajlar açıp kiralayan,  ağaçları kesip hidro elektirik santralleri dikenler ise bölgenin sahibi..Derin bir iç çekip ”piyasanın derin ahlakı” diye mırıldanıyorum…   

Konya’nın Hadim ilçesinde göç sırasında kervandaki develere ateş açan bir şahış, develerin beşini yaralamış ve birini de telef etmiş. Nedeni çok açık : Göç Güzergahı. Bunların yanında çıkarılan orman yasalarıyla sulama ve otlatma alanlarının kişi ve kurumların eline geçtiğini, keçilerini otlatmak için alan bulamadıklarını söylüyor. Yaklaşık 2 bin kişiden oluşan Sarıkeçililer yerleşik yaşama geçmemek için mücadele veriyor ancak meraların imara verilmesi ile birlikte yüzlerce yıllık kıl çadır geleneği yok olmaya doğru gidiyor. Gittikçe beton yapılar arasına sıkıştırılan Yörükler doğada var olma mücadelesi veriyor. Hastalanan kişilere acil müdahale uygulanamıyor, çünkü ambulans yolu bulamıyor..Gök:” Biz siyasi değiliz, siyasetçi değiliz, yaşamak istiyoruz var olmak istiyoruz. Bunun siyasetle bir ilişkisi yok” diye ekliyor.

Yeni düzenlemeler ile bir keçiye bir hektar arazi düşüyor bu da Sarıkeçili Yörükler arasında ayrı ayrı konaklamaya neden oluyor. Göçer ailelere verilen araziler ile komşuluk ilişkileri zayıflıyor ve sınır uyuşmazlığı yaşanıyor. Bu sıkıntı aileler arasında ciddi tartışmalar ve fikir ayrılıklarına neden oluyor.

Yaşayan son göçerlerin bu yaşam mücadelesi için teptiğim yolu Cahit Zarifoğlu’nun deyişiyle bu gerekli mücadele ile iç içe gelerek içselleştiriyorum. Çünkü içselleştirilememiş her düşünce yahut eylem insan ruhunu köreltir.

”Musa Ağabey, metropoller, sırtımıza kambur beton evler hakkında ne dersin bize?”

”Metropol dediğin, beton dediğin bir maphusanedir yahu. İnsan kendini maphusa tıkar mı? İsteyerek bilerek yapıyor bunu. Tüketiyor çünkü habire tüketiyor, üretmiyor, yaratmıyor. Bizler her şeyimizi kendimiz üretiyoruz, bunu yapmamızı istemiyorlar. Altı üstü beton işte, yazın yanar kışın donar, bu sağlık açısından da kötü, bizler dağlık alanları, ormanları seviyoruz, tercih diyoruz. ”

İçimde bir buruklukla ayrılıyorum bütün kıl çadırlardan tek tek, o gün bu gündür ne zaman bir kahkaha atsam Musa Ağabey’in günün ışıkları doğmadan attığı o kahkaha çınlıyor kulaklarımda. Mevsimler değişiyor, Sarıkeçililer konup göçüyor, sonra kayboluyorlar Toroslar’ın eteklerinde yine…  

Biz yaşarken kaybolmayalım diye…

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *